Güneyege’de dünyanın dört bir tarafında yapılan bilimsel çalışmaların en yeni sonuçlarını sizlere aktarmaya özen gösteriyorum. Bu sefer ise kendi çalışmalarım hakkında bilgi verirken “geleceğin tarımı ne yöne doğru gidiyor” sizlere bir fikir vermek istiyorum. Türkiye’de ve Almanya’da tüm dünyada olduğu gibi en ciddi tarımsal problemlerin başında bitki zararlıları geliyor. Tarıma harcanan paranın ve emeğin büyük bir kısmı tarımsal hastalıklarla mücadeleye harcanıyor. Her geçen sene artan kimyasal kullanımı, kimyasallara karşı her geçen sene daha fazla direnç gösteren tarım hastalıkları nedeniyle tarım toprakları ciddi anlamda kirlenmiş durumda ve tarıma daha az elverişli hale geliyor. Bu karşılık olarak biyolojik (organik) tarım uygulamaları bir alternatif olarak tüm dünyada büyük bir merak uyandırıyor. Organik ya da biyolojik tarım her ne kadar kulağa çok güzel gelse de tamamen biyolojik tarım yöntemleri ile narenciye ve nar yetiştirmek için Eskiköy’ün en deneyimli, en bilgili ve en disiplinli çiftçilerinden biri olan Kâmil Göktekin’in olağanüstü çabaları ve özverisi ile başlattığımız girişim bu tür tarımın bireysel çabalarla sürdürülebilirliği hakkında şüpheler uyandırdı. Bunun iki temel sebebi vardı. Birincisi, verimin oldukça düşük kalması. İkincisi, tarımsal hastalıkları ilaçsız olarak engellemek için gerekli insan gücünün hem çok masraflı hem de yetersiz olması. Bir de üstüne biyolojik ürün pazarının Türkiye’de yeterince gelişmemesinden dolayı ürünlerin yüksek gelirle satış yapılmaması da eklenince bizim biyolojik tarım ile tüm çiftçilere örnek olma hayalimiz kısmen sekteye uğradı. Bir taraftan Kâmil Abi sahada elinden geleni yaparken, ben de laboratuvarda alternatif metotlar geliştirmek üzere gece gündüz çalışmalara devam ediyorum. Bu metotların başında ise kimyasallar yerine doğada bulunan, kolayca parçalanan ve tekrar bir döngü ile doğal çevrime katılabilecek tarım zararlılarına karşı etkili alternatif bulmaktan geçiyor. Tam olarak bu tanıma uyan bir molekülü biliyoruz aslında çok uzun zamandır. Ribonükleik asit yani herkesin bildiği adıyla RNA. Özellikle mRNA aşılarının koronavirüse karşı başarılı ve güvenli uygulamalarından dolayı bütün ışıkların üstünde toplandığı RNA moleküllerinin bitkilerde kullanımı çok uzun zamandır konuşulan bir konuydu ama bitkilerin bir özelliğinden ötürü uygulamalar konusunda ciddi sıkıntıları çıkıyordu. RNA canlılığın temel yapı taşlarından bir tanesi. RNA yoksa hayat yok. Proteinlerin üretimine katılan ribozomlar RNA’larla dolu. Proteinlerin yapıtaşları aminoasitleri ribozomlara taşıyan moleküller RNA, DNA’dan genlerin bilgilerini alıp, bunları proteine dönüştürmek için kullanılan elçiler RNA, herhangi bir canlı virüsle karşı karşıya kaldığında kendini korumak için kullandığı moleküller RNA. Kısaca canlılar hayatın devamlılığı için adeta bir RNA fabrikası olarak çalışıyor. Tabi canlılarda RNA sadece üretilmiyor, çok hızlı bir şekilde tüketiliyor da. Yani canlılar RNA nasıl yapılır, nasıl yıkılır çok iyi biliyorlar. Bakteriden bitkiye, mantardan insana kadar istisnasız bir şekilde RNA’lar bizim ve bütün canlıların bir parçası. Su gibi, hava gibi, gübre gibi doğal bir çevrimi olan bir molekül RNA. Şimdi geldik en temel soruya: bitkiler için bu RNA’ları nasıl kullanabiliriz? Haftaya yazıya kaldığımız yerden devam. Sağlıklı, bilim dolu, havası temiz, yangını olmayan mis gibi günlere uyanmanız dileğiyle, Almanya’dan selamlar. @velivuraluslu